24 Kasım 2008 Pazartesi

Bir Şiire Bir Deneme Girişimi

Hani bazı şiirler vardır. Dostlarımızın ve sevdiklerimizin yaşamımıza girmeleri gibi yaşamımıza girerler sessiz ve sedasız. Bu şiirler işte okudukça yavaş yavaş içinize içinize işlerler. Önce dudaklarınız mırıldanır o dizeleri hafif hafif. Yüreğiniz sanki dudaklarınıza eşlik ediyormuş gibi hafif hafif atar. Kolunuza tıpkı bir şırınga ile enjekte edilmiş gibi hissedersiniz bu tür şiirleri. Şırınga usul usul derinlere girer ve damarlarınıza ulaşır aheste aheste. Şiirler yavaşça şırınganın ucundan damarlarınıza damlar. Kendinizi zorlasanız aslında bu şiirlerin damarlarınıza akmasının sesini duyabilirsiniz. Çünkü bu şiirler küçücük bir dere gibi akarlar genellikle. Böylelikle damarlarınızda dolaşmaya başlar o şiirler. Ve çok geçmeden damarlarınızda dolaşan kanınızın değil, o şiirler olduğunu anlamakta gecikmezsiniz. Öylesine ince akarlar ki damarlarınızda, bir sızı dolaşır gibi gelir size sanki. Evet, bu insan olmanın, daha doğrusu insan olarak kalmaya çalışmanın sızısıdır. Bu şiirler vücudunuza yayılmaya başlamıştır artık. Yani vücudunuzun her santimetrekaresinde ve milimetrekaresinde bu şiirler dolaşır artık. Kısacası bu şiirler etinize, kemiğinize ve dahası ta iliklerinize işler…

Bu şiirlerin vücudumuza girmesinin nedeni nedir bilirmisiniz? Çünkü onlar insan olmamızın yada şu yaşamaya çalıştığımız dünyada insan olarak kalmamızın ve kalabilmemizin şiirleridir. Veya insani değerlerin yozlaştığı, erozyona uğradığı günümüz dünyasında yaşama tutunmamızın ve tutunabilmemizin şiirleridir aynı zamanda. Yaşama tutunabilmemiz için bu şiirlerden daha güzel bir araç olabilir mi zaten?...

Şiirler işte bu yüzden girer yaşamımıza. Çünkü bu şiirlerin içinde insan vardır, insanlar vardır. Yani insana dair güzellikler vardır. İyilik, doğruluk, mutluluk, aşk, sevgi, inanç, bilgi, bilinç, azim, kararlılık, kendine inanmak ve güvenmek vardır. Ne koşulda olursa baş eğmemek, pes etmemek, yılmamak ve direnmek vardır. Onurlu, namuslu, ahlaklı ve erdemli yaşamak, bunun mücadelesini vermek vardır. Yani umut, mücadele ve zafer vardır yani…

Bu şiirler aslında Ahmed Arif’in dizeleriyle;

“…Dostuna yarasını gösterir gibi,
Bir salkım söğüde su verir gibi,
Öyle içten, öyle derin…”

şiirlerdir ki,sizlerin yaralarınızı iyileştirir el vurmadan ve merhem sürmeden. İçinizde büyüttüğünüz çiçeklerin kokularını getirirler sizlere, şaşırırsınız. Sizleri sarhoş eder bu şiirler, hem de kendinizden geçirecek kadar. Ama sizin bu sarhoşluğunuz, ortada şarabı olmayan bir gönül sarhoşluğunuzdur. Yada deniz kıyısında sadece dalgaların sesini dinleyen bir insanın dinginliğidir bu şiirler. Veya şehrin orta yerinde yaşasanız da, kendinizi yalnız hissettiğiniz zamanlardaki yalnızlığınızın şiirleridir bunlar…

İşte böyle şiirleri okumak sizlere huzur verir. Bu huzur, insanı zaman zaman dinlendiren, zaman zaman da rahatlatan bir huzurdur. Okudukça bu şiirleri sanki bir kuş tüyü misali hafiflediğinizi, yada tütsüden çıkan buğu misali havalandığınızı hissedersiniz. Deyim yerindeyse kanat takıp uçacakmışsınız gibi duyumsarsınız kendinizi bilinmezliğe…

Hani yağmur yağdıktan sonra toprağın kokusunu içinize çektiğinizde yüreğinizin ta en derinlerinde yaşama sevincinizin kıpırdadığını hissedersiniz ya, bu şiirlerde tıpkı böyledir işte. Aslında yanan bir mumun üzerinde titreşen küçük, küçücük alevlerdir onlar. Yada Nisan yağmurlarında yağan mini minnacık yağmur damlalarıdır. Veya kışın salına salına, nazlı nazlı yağan tertemiz, bembeyaz kar taneleridir. Pınarlardan ve gözelerden şırıl şırıl akan su damlalarıdır…

Bu şiirler bir davettir aslında. İyi bir insan olmaya çalışmanızın yada namuslu, dürüst, ahlaklı ve erdemli bir insan olarak hayata tutunmanızın yoludur bu şiirler. Şiirlerde sonuçta kapalı olan kapılarımızı açmak için avucumuzda tutmaya çalıştığımız mini minnacık anahtarlar değilmidir zaten? Ben derim ki, sığınacak bir yerimiz, tutunacak bir dalımız şiirlerdir. Ben Rudyard Kipling’in “Eğer” şiirini çok severim. Ve diyorum ki, işte sizlere sığınacağınız ve tutunacağınız bir şiir;

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü ve bunun sebebini senden bildikleri zaman sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;
Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;
Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen, ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan, bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;
Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,
Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;
Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;
Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen; ve kaybedip yeniden başlayabilir ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;
Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;
Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen, ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;
Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;
Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;
Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası
sen bir İNSAN olursun oğlum...

F. NİETZSCE’YE DAİR F. Nietzsche'ye Dair...

“Can Dostuma Ö….”e

Ben bu yazımda sizlere ünlü Alman filozoflardan birisi olan F. Nietzsche’den söz etmek istiyorum. Ama onun felsefi görüşlerine değinmeyeceğim. Onun “Kendi omzuna tırman, başka nasıl yükselebilirsin ki?” sözüne dair düşüncelerimi paylaşacağım sizlerle…
Aslında F. Nietzsche bu sözüyle hem kendisini anlatır bizlere ve hem de bizlerin nasıl tırmanmamız ve yükselmemiz gerektiğini anlatır aynı zamanda. Zaten F. Nietzsche’nin yaşamını birazcık olsa bile incelediğiniz zaman onun gerçekten de başkalarının omuzlarına değil, kendi omuzlarına tırmandığını görürsünüz. Çünkü F. Nietzsche’ye göre başkalarının omuzlarına tırmanmak demek, bir anlamda onlarla yarışa girmek, onlardan üstün olup olmadığını ispatlamak demektir. Ama F. Nietzsche’ye göre önemli olan kendisinin başkalarından üstün olup olmadığını ispatlamak değil, tam tersine kendisinin kendisinden üstün olup olmadığıdır. F. Nietzsche’nin bu davranışı elbette onun burnu havada bir megolaman filozof olduğu anlamına gelmez. Onun için esas mesele kendini yetiştirmesi, eğitmesi ve ileri gitmesidir. F. Nietzsche’nin işte “Olmak yada olmamak, işte bütün mesele(si) bu”(dur). Başkalarını alçaltarak yükselmek ona göre bir tavır değildir yani. Bu yüzden F. Nietzsche başkalarının omuzlarına değil, kendi omuzlarına tırmanır…
F. Nietzsche için kendi omzuna tırmanmak demek ise, deyim yerindeyse felsefe dağına tırmanmak demektir. Bu felsefe dağına tırmanmak ise, yükselmenin ilk adımıdır ona göre. Adımlarını yere sapasağlam basar o. Titizlikle inceler adım atacağı yerleri. Her durumu değerlendirerek, deyim yerindeyse kılı kırk yararak ve ince ince düşünerek tırmanır F. Nietzsche. Tıpkı bir filozofun serinkanlılığı gibi ağır ağır, yavaş yavaş tırmanır. İçine sindire sindire, tırmanmanın zorluğunu etinde ve kemiğinde duyumsayarak usul usul tırmanır. Onun omuzlarına tırmanışı milim milim, santim santim bir tırmanıştır…
Bu tırmanışında F. Nietzsche tırnaklarını toprağın ta derinliklerine kadar geçirir. Kollarının bütün kuvvetiyle asılır tutacağı yere. Ayaklarının bastığı yerlerde, derin izlerini bırakır ayaklarının. Gözleri tıpkı bir kartalın gözleri gibi hep ilerdedir. Terleri damarlarına karışır F. Nietzsche’nin. Azimle tırmanır o, korkunç bir azimle hem de. Bu azmi aslında daha yeni bileylenmiş sipsivri bir bıçağın ucu gibi bir azimdir. Bu azmi aslında örs ve çekiç seslerinin arasında yaptığı felsefesinin azmidir aynı zamanda. İşte bu azimle yürür F. Nietzsche. Ağır ağır yürür o, adım adım yürür. Onun bu ağır ağır, adım adım yürümesi tıpkı Nazım Hikmet’in şiirindeki gibidir aslında;“…Alnı yukardakırmızı boyun atkısı rüzgârda,yürüyor.Yürüyor adım adım,yürüyor ağır ağıryürüyor.Rüzgâr deniz gibi köpürüyor,Esiyor deniz rüzgâr gibi. Akıyor iki yandan ışıklardüşen yıldızlar gibi. Sesler geliyor derindenkalbin uzak sahillerinden: — Nereye gidiyorsun yavrum benim, nereye?Dön sevgilim,dön kardeşim,dön evimin erkeği, dön geriye!Yürüyor o,ıslıkla kızgın bir ölüm marşı çalarak. Yürüyor ogövdesi bir gemi gibi yükselerek, alçalarak. Yürüyor adım adım, yürüyor ağır ağır, yürüyor ...Kimbilir,belki bir daha sokmayacak parmaklarınıdizi dibinde dikiş diken kardeşininsarı saçlarına, ve belki bir daha altında yatıpgüneşe giden yeşil bir yola bakar gibibakmayacakgürgen ağaçlarına ... Yürüyor o, yürüyor. Açık geniş adımlarla arşınlıyor yolları.Ağır iki balyoz gibi sallanıyor kolları.Kıllı göğüsü bir kalkan gibi kabarık ... İşitmiyor artıkhep aynı tahta masanın başında akşamlayanhasta topal dostlarınkalbe karanfil ruhu gibi damlayan sözlerini. Çıplakiki bıçakgibi çekmiş yüzünde gözlerini,yürüyor düşmana doğru. Yürüyor adım adım, yürüyor ağır ağır,yürüyor ...” F. Nietzsche, felsefe dağına işte bu ağır ağır, adım adım tırmanışından sonra yükselir. Hem de öylesine bir yükselir ki, ta en tepede yerini alır. Onun bu yükselişi tıpkı ağaçların yükselmek istedikleri oranda köklerini derinlere salmalarına benzer. Evet, F. Nietzsche’de ağaçlar gibi felsefesinin köklerini en derinlere salar. Çünkü o yükselmek için kendi gücünü kullanır. Başkalarının kendisini yükseltmelerine fırsat vermez. Kendisini yükseltmek isteyenlere karşı savaşmaktan bir an bile geri durmaz.. Ona göre yükselmek ileriyi görmek ve ileriye gitmektir. Kendisini yetiştirmek ve eğitmektir. Felsefeyi yaşamla yoğurmak, yaşamla felsefeyi yoğurmaktır. Her türlü önyargıyı ve tabuyu parçalamaktır F. Nietzsche’ye göre. Yükselmek demek savaşmak ve mücadele etmek demektir onun için…